Milagros
Gizli sığınağıma hoşgeldin, okuyucu...
Ruhu doğduğu topraklara ait değilmiş gibi farklı diller ve kültürlerle ilgilenen, öğrendiği bu dilleri en iyi şekilde öğrencilerine öğretmeye çalışan ama her zaman içinde bir boşluk hisseden, gülümseyen ve sıradan bir çalışan olan Aden, bir gün aniden uyandı. Bugün iyi ki tatildi çünkü yüzüne, dışardaki insanlara sahte gülümsemeler yerleştiremeyecek kadar bezgindi. Uyku halinden ayıkmaya başladıkça yastığındaki ıslaklığı hissetti, gece döktüğü gözyaşları hala kurumamıştı. Uykusunda da ağlamaya devam ettiğini kanıtlıyordu bu. Kendine gelmeye başladıkça etrafındaki nesneler netleşiyor odasının silüeti renkleniyordu gözlerinde. Arkadan hafif bir fon müziği duyuluyordu. Gece uyumasına yardımcı olsun diye açtığı müzik, 50 şarkılık çalma listesi, hala çalıyordu kulaklarından düşmüş kulaklıklarda son ses. Koluna ve boynuna dolanan kablolarını açtıktan sonra yavaşça kalktı ve banyoya gitti. Yüzünü bir alışkanlık misali yıkarken yanaklarına değen soğuk su ile irkildi. Çene hattı boyunca süzülürken damlalar, aynadaki kendine baktı ve kendini sorgulamaya başladı... Yine. Aynada gördüğü kişinin kim olduğunu, geceler boyu ağlamasına neden olacak kadar ne istediğini hayattan, gözlerinin neden diğer insanlar gibi parlamadığını... Her zamanki gibi bir cevabı yoktu bu sorularına. Soyundu ve duşa girdi. Sıcak su vücudunda gezindikçe bünyesine fazla gelen gözyaşlarını döküyormuşçasına rahatladı. Gözlerini kapatıp yükselen buharda derin bir nefes aldı ve o anda göz kapaklarının içinde bir manzara belirdi. Bu manzaranın nereye ait olduğunu düşündü ve gittiği hiçbir yerde görmediğine karar verdi. Tanıdık ve rahatlatıcı bir hissiyat vermesine rağmen bir o kadar da yabancıydı bu görüntü ona. Daha önce hiç görmediği büyüklükte bir dağ, okyanus gibi görünen uçsuz bucaksız bir su birikintisi ve tepede görülmemiş parlaklıkta bir güneş. Hoş ve hafif bir koku geldi burnuna ve bunun, kullandığı duş jelinden gelmediğine emindi. Bir pembe taç yaprağı düştü, boynunu hafifçe okşayarak sol eline. İçinde bir şeyler kımıldadı, daha önce hiç böyle hissetmemişti. Mutluluk ve huzur arası bir histi okuyup izlediklerine bakılırsa. Gözlerini açmamaya, daha fazla bakmaya ve koklamaya karar vermişken aniden ısınan su yaktı kolunun tam ortasını. Acı içinde açmak zorunda kalınca gözlerini gerçekliğe döndü ve apar topar çıktı banyodan. Üstündeki havluları sıyırdı, hızlıca bir tshirt giydi ve zaten ıslak olan yastığına koydu sırılsıklam saçlarını. Sırtüstü döndü ve tekrar o manzarayı görmek için kapattı gözlerini. Ne kadar çabalasa da karanlıktan başka bir şey göremedi, gerçeklik onu bileklerinden yakalamıştı bir kere. Kalktı, saçlarını kuruttu ve kahvaltı hazırlarken kendini yarın derste neler yapması gerektiğini düşünmeye zorladı. Çalışması ve mutlu görünmesi, yani içindeki bütün enerjiyi tüketmesi gerekiyordu. Bu işe ilk gününden beri uygun değildi ama neden 10 yıl boyunca bunu yapmaya çalışıyor olduğuna da verecek bir cevap bulamıyordu.
Bildiği tek şey, sadece bir kere yaşaması için verilmiş bu hayatın hiç de olması gerektiği gibi olmadığıydı. Düşünceler içinde kendine bir tost ve bir bardak sallama çay yapıp bilgisayarın başına oturdu. Yarınki dersleri için kitaplarını ve uygulamaları karıştırırken donakaldı. Elindeki buhar tüten fincan titremeye başladı. Bardağı yavaşça masaya koydu ve parmakları deliler gibi klavyenin üzerinde gezinmeye başladı. Kitaptaki resim az önce gözlerinin önünde beliren manzaraya aitti. Bu gerçek olamazdı. Daha önce bu sayfayı açmamıştı ve bu manzarayı hiç görmediğinden emin olacak kadar hafızasına güveniyordu. Zaten canlı ve yaşamadığı iyi şeylerin yanında, her gün yaşadığı kötü anların solmadığı bir hafızaydı en büyük sorunlarından biri. Kısa süreli şaşkınlığını atlatınca araştırmaya devam etti. Saatlerce bakındı ama manzaranın nereye ait olduğunu bulamadı. Şans eseri, eline düştüğünü hissettiği pembe yaprağın bir tür kiraz çiçeğine ait olduğunu buldu ve klavyeden ellerini çekip arkasına yaslandı. “Kiraz çiçeği... kiraz çiçeği.” Daha önce pembe yapraklı bir türü olduğunu bile bilmiyordu. Dizilerde ve resimlerde düşen yapraklar bir bahar karı misali bembeyazdı. Tekrar bilgisayara eğilip çiçeği araştırmaya başladı. “ Japon kültüründe solmadan döküldüğü için ani ölüm ve yeniden doğuşun simgesi olan ‘Sakura’...” Bu cümleyi okuduğu anda kalbi hızla atmaya, elleri titremeye başladı. Sakuralar hakkında ne kadar okursa gözleri o kadar doluyordu sebepsizce. Sürekli karşısına çıkan kiraz çiçeklerinin böyle büyük anlamlar barındırdığını düşünmezdi. İşte dünyanın gerçekliği. Hiçbir şey ve hiç kimse göründüğü gibi değildir. Her maskenin altında bir yara, her güzelliğin ardında derin bir anlam vardır. “Mart ayının son haftası ile Nisan ayının ilk haftası Japonya’da Sakura Festivali olarak kutlanır.” Bu kelime dizisini görünce beyni aşırı çalışmak ve durmak arasında gidip gelmeye başladı. Gözünü bilgisayar ekranının sağ alt köşesine kaydırdı: “25 Mart 2020.” Kıpırdamadan durdu. Dün gece ağlarken o kadar çok ölmeyi dilemiştiki sanırım çabalamadan bu dileği gerçek oldu ve bugün yaşadığı anlar sadece ruhu uzaklara ayrılmadan önceki tesadüfler dizisinden oluşan ufak yanılsamalardı. Etrafına baktı, her şey yerli yerindeydi. Yanılsamanın bu kadar kusursuz görünmesi, hala vazgeçmek istediği hayatı yaşıyor olduğunu kanıtladığı için hayal kırıklığına uğradı. Masadaki telefon titredi. Okul müdürü her pazar günü olduğu gibi bugün de ertesi güne teslim edilmesi gereken belgeler sıralamıştı. Bunları önceden söylese her şey daha kolay olabilirdi ama bu adam onun hayatını zorlaştırmak için özel olarak seçilmişti sanki. Hayal kırıklığı, öfke ve bütün bunlara son veremiyor oluşunun çaresizliği içinde bir çalışma dosyası açtı bilgisayardan. İstenen belgelerden birinin başlığını atmak için tuşlara dokunurken aklında dönen tek şey “Sakura Festivali”ydi. Bir tarafı festivalle ilgili hayaller kurmaya başlamışken bir tarafı mükemmel bir düzene ve sıradanlığa sahip hayatını bozmaması için ona bahaneler üretmekle meşguldü. Hayatında ilk defa hayallerinin kazanmasına izin vererek bir internet sayfası açtı ve tuşlara seri bir şekilde dokundu. Arama motorunda “İstanbul-Tokyo uçak bileti” kelimeleri belirdi. Önüne çıkan ilk bileti aldıktan sonra çalışma dosyasını tekrar açtı, yazdığı her şeyi sildi ve yeni belgenin başlığını attı: “İstifa Dilekçesi”. Kalbi çocukluğundan beri hiç böyle çarpmamıştı. Kahvaltısını edememişti ama artık açlık hissetmiyordu. Hızlıca odasına gitti, dolabın yanından tozlanmış valizini zorlukla çıkardı. Valizini açtı ve önüne ne geliyorsa rastgele içine yerleştirip kapağını kapadı. Kalan kıyafetlerin arasından beyaz bir tshirt ve koyu mavi renkli bir kot pantolonu hızlıca üstüne geçirdi, askıda duran kot ceketi giydi, saçlarını bir tokayla hızlıca topladı. Az sonra yapacakları için biraz özgüvenin yardımcı olacağını düşündüğünden yüzüne az miktarda fondoten sürdükten sonra rimelle kirpiklerini havaya kaldırdı ve uçuk pembe bir parlatıcı ile renklendirdi ince dudaklarını. Değerli eşyalarının bulunduğu çekmeceyi açtı, 10 yıl boyunca biriktirdiği parayı, pasaportunu ve işe yarayıp yaramayacağından emin olamadığı bütün belgeleri beyaz sırt çantasına sıkıştırdı. En rahat olanların onlar olduğunu düşündüğü için, biraz aşınmış olsalar da beyaz spor ayakkabılarını giydi. Bağcıklarını bağlayacak kadar sabrı yoktu, onları tuttu ve yanlarından ayakkabının içine soktu. Valizini aldı, çantasını taktı ve asansörü beklemeden üç kat boyunca hızla aşağı inmeye başladı. Apartmanın kapısını açtığında havanın bu kadar güzel olduğunu ve çoktan baharın geldiğini daha önce neden farketmediğini bir an aklıdan geçirdi. Çantasından güneş gözlüğünü çıkardı ve on beş dakikalık yürüme mesafesinde olan okula doğru yürümeye başladı. Haftasonu kursları olduğu için açık olan okulun kapısından girer girmez, elindeki beyaz zarf ile, müdürün odasına yöneldi. Zarfı, sadece pazar günleri çalışmaya yemin ettiğine emin olduğu müdürün masasına bıraktı ve sonuçlarına her türlü hazır olduğunu söyledi. Müdürün anlamsız ve sinir bozucu bakışlarını görmek istemediği için kafasını çevirdi, hızlıca okuldan çıktı ve okulun önünden geçen ilk otobüse atladı. Hafiflemişti sanki, kurtuluşun böyle bir his olduğunu düşündü. Onu her fırsatta yargılayan müdürden, sahte gülücüklerini göstermediği sürece yanında olmayan ve sorunlarını anlatmak için giriştiği her teşebbüste ona bir kaçık gibi davranan sözde meslektaşlarından, onlar için ne yaparsa yapsın, Aden’e, ilgisiz bir öğretmenden daha fazla değer vermeyen bencil öğrencilerden ve en önemlisi on yıl önce kendini kapattığı zindandan sonunda kurtulmuştu. Derin bir nefes aldı. Demek herkesin uğrunda öldüğü özgürlük böyle hissettiriyordu. Bunu hissetmeye bu kadar geç kaldığı için kendini suçlamaya başlayacakken “YENİDEN DOĞUŞ” kelimeleri çınlamaya başladı kulaklarında. Uzunca bir yol gittikten, şehirler değiştirip, ne yediğini umursamadan açlığını bastırarak bir süre de bekledikten sonra işte uçaktaydı. Kulağına dışardaki bütün sesleri, hatta kafasında dönenleri bile kesen kulaklıklarını taktı ve her zamanki slow şarkılardan oluşan listesini son ses çalmaya başladı. Gözlerini kapattı. Bugün yaşadıkları hiç de ona göre davranışlar değildi, içi kıpır kıpırdı ama kulağında çalan acılı şarkılar yinede ona yavaş gelmiyordu, ruhunun bir kısmını acıya kiralamışçasına. Tekrar böyle hissetmek istemedi, slow şarkıları kapatıp hareketli şarkıları da içeren bir başka çalma listesini oynatmaya başladı, şimdi daha iyiydi. Yeniden gözlerini kapattı ve bu sefer yüzüne bir gülümseme yerleştirdi. Yıllarca nefesini tutmuş da, oksijen sonunda ciğerlerine gidecek bir yol bulmuş gibi hissediyordu. Kulağında çalan şarkıya kafasını sallayarak, ritim tutarak ve sessizce söyleyerek eşlik ediyordu ki birden müzik durdu. Kulaklığı ellerine düştüğü anda buğulu, endişeli ve bir o kadar da nazik bir erkek sesinin “özür dilerim” dediğini duydu. Kafasını o tarafa çevirdi. Gözleri karşısındaki kahverengi gözlerle buluşunca kalbi göğüs kafesinde çırpınmaya başladı. Karşı cinsten birine karşı en son ne zaman böyle hissettiğini düşündü ama bulamadı. Bu tamamen yeni, farklı ve harika bir histi. Adam sanki bakışları ile onu boğuluyor olduğu denizden kurtarmaya çalışıyordu. -“Önemli değil” dedi dudaklarını dahi kıpırdatmadan belli belirsiz bir sesle, eli yanlışlıkla takıldığı için kulaklığını çıkarmış olan adama. Birkaç saniye öyle kaldıktan sonra, beynindeki bir kısım kendine gelmesi için sarsıyordu onu sanki. Adama son bir kez daha göz ucuyla bakıp isteksizce kulaklıklarını taktı tekrar. Gözlerini kapattı ve göz kapaklarının karanlık arka planında adamın mükemmel hatlara sahip, kirli sakallı yüzünü görmeye, endişe ile bakan iri, uzun ve gür kirpiklerle korunan gözlerinin mutlulukla ışıldarken nasıl göründüğünü hayal etmeye çalıştı. Kendi hayalinin tatmin edici sonucu ile dudakları yavaşça yana doğru kıvrılırken kalbi de hızlıca çarpmayı bırakmıyordu. Bu hissi sevmişti ama bir anda gözlerini açtı. Hayallerin bile bir sınırı olduğunu söyledi kendine. Yeniden doğmaya karar verdiği bir gün içinde, bu kadar özgürlük ve huzur yaşamışken, yıllardır özlemini çektiği aşka da bugün rastlayacağını düşünmesi onu hayal kırıklığının derinlerine sürükleyecek bir zehirden başka bir şey değildi. Yanında oturan adamdan yayılan odunsu, hafif ve tazeleyici koku her nefes alışında başını döndürse de kendi saçmalıklarından kurtulup yolculuğuna odaklanmak için kafasını sol tarafındaki pencereye çevirdi ve gözlerini sımsıkı kapattı. Saatler süren yolculuk boyunca bu kadar yakışıklı bir adamın ona baksa bile onu beğenmeyeceği, evli olduğu, sevgilisi olduğu ya da adamın gay olduğu ihtimallerine ikna etti kendini. İçindeki çatışmalar bir dünya savaşı şiddetindeyken uyuyabildiğine, uyanınca kendisi de çok şaşıracaktı. Kafası uykunun ağırlığı ile bir o yana bir bu yana savrulup, uyku ve uyanıklık arasında gidip gelirken bir taraftan da uyku ilaçlarını almadığı için uyuyamayacağının bilincindeydi. Bir süre sonra, yerinde duramayan gözleri ve kafası gibi bütün gidiş gelişler durdu ve derin bir uykuya daldı. Aniden tiz bir bağırış duydu, arkasında sert bir gitar ve bateri sesi ile. Gözlerini açtı. Öğrencileri için listeye eklediği bir rock şarkısıydı onu yıllar sonra uyuduğu ilk huzurlu uykusundan eden. İçinden bir küfür savurdu. Sol elini boynuna götürdü, ağrıyan boynunu tutarak yavaşça kafasını kaldırdı ve Aden’i çok başka alemlere götüren o bakışlarla karşılaştı tekrar. Ne güzel rüyaydı. Adamın gülümseyen yüzü hayal ettiğinden bile daha çekiciydi. Zihninin berraklığına ve bilinçaltına minnettardı bu güzel manzara için. Belli belirsiz sesler duyuyordu, az önce yüksek sesle çalan şarkı artık duyulmuyordu çınlayan kulaklarında. Melodi değişti. Adamın dudakları kımıldıyor ama Aden’in kulaklarına en sevdiği sanatçının romantik sesi doluyordu. Anlam veremedi. Boş gözlerle hayran hayran adama bakarken durumu çözmeye çalıştı ama çok da üzerinde durmadı. Adamın kapağı çok tanıdık gelen bir kitabı tutan uzun ince parmaklar ile donatılmış elleri, kitabı yavaşça kapattı ve Aden’e doğru yöneldi. Oksijen maskelerini görebilmek için yukarıya baktı Aden, belli ki bir hava olayından dolayı uçakta oksijen kalmamıştı. Ciğerlerindeki havasızlığın ve nefes alamıyor oluşunun başka açıklaması olamazdı. Adamın elleri saçlarını aralayıp kulaklarına dokununca, şarkı, “evet, bu gerçek aşk**” kelimeleri ile uzaklaşarak kesildi. Yanaklarına belki iki salise boyunca dokunan elleri sıcacık ve yumuşaktı, giderlerkense burnunda bir lavanta kokusu bırakmışlardı. Aden, adamın hızla uzaklaşan ellerini görünce karnına bir yumruk yemiş gibi hissetti, müthiş bir hayalkırıklığıydı bu. Onlara dokunmak ve onları sıkıca tutmak istiyordu. Sadece aklından geçen bir düşünce olmasına rağmen Aden’in elleri bu fikri düşünmeden hayata geçirmişti. Adamın ellerini yakalamış, ona şaşkınlıkla bakıyorken, adam o muazzam melodik sesiyle: -“Özür dilerim” dedi hafifçe sırıtarak. Kulaklıkları Aden’in eline bırakarak kendi ellerini teslim olurcasına hafifçe kaldırdı. -“Sanırım yanlış anladınız. Size kötü bir şey yapmaya çalışmıyorum. Uyurken kafanız omzuma düştüğü için sadece uyanmanızı bekledim. Uykuya uzun süredir hasret olduğum için kolayca uyuyabilen insanları görmek beni mutlu ediyor.” Aden’in gözleri daha da büyük açıldı adamın söylediklerini duyunca. 13 yıldır insomnia*** tedavisi görüyor olmasına rağmen ilaçsız bir gece dahi uyuyamamış olan kendisiydi. Tanımlanan bu sıfat auyduğuna ihtimal bile vermiyordu. Böyle bir şey gerçekleşmiş olsa bile bir kaç dakikadan fazla değildir diye düşündü ama yine de teyit etmek için: -“Ne kadar zamandır uyuyordum?” diye sordu cızırtılı bir sesle. Adam gözlerini hesap yapmak için yukarı devirdi ve tekrar göz göze geldiklerinde, -“Yaklaşık 8 saat olmuş.” kelimelerini duydu. Kesinlikle bugün yaşadığı bütün delilikleri geride bırakacak bir olaydı bu Aden için. “Benim omzum bile baya ağrıdı siz nasıl hiç hareket etmeden uyudunuz anlamadım. Bir sorun olduğunu ve sizi uyandırmayı düşünüyorken uyandığınız için az önce uyandığınızı ve iyi olduğunuzu teyit etmeye çalışıyordum. Ama beni duymadınız ben de o yüzden kulaklıklarınızı çıkarmak zorunda kaldım. Sizi kötü hissettirdiysem özür dilerim tekrar. İyi misiniz?” Bu yeni çıkan bir şarkı olmalıydı. Adamın sesinin bu kadar melodik çıkarken aynı zamanda kelimelerin de su gibi akıp gitmesi Aden’in kafasını durdururken kalbini de bir o kadar hızlı çalıştırıyordu. Ağzını açtı, bir şey söylemek için kendini zorladı ama sıcak bir nefesten başka hiç bir şey çıkmadı. Boğazı da yanakları gibi yanıyordu. Kafasında az önce çalan şarkı dönüyor ve kulakları uğulduyordu. Boğazını temizleyip ses tellerini uyandırdı ve bir kez daha zorladı kendini bir cevap verebilmek için: -“Evet, bu gerçek aşk” kelimeleriydi dudaklarından dökülenler. Adamın yüzündeki anlam veremeyen ifadenin yanında kendisi bile söylediklerini idrak edememiş, şaşırmış ve bir o kadar da utanmıştı. “Sayın yolcularımız uçağımız Narita Havaalanına inmiş bulunmaktadır...” anonsu duyuldu farklı dillerde ama onlar için zaman durmuştu sanki. İkisi de uçakta yolcu kalmayıp da bir hostesin gelip onlardan inmelerini rica edene kadar kımıldamadan bakakalmışlardı birbirlerine. Hiç bir şey söylemeden uçaktan indiler, kapılardan geçtiler ve birbirlerine son bir kez dahi bakamadan ayrıldılar. Aden uyuyor mu yoksa uyanık mı olduğunu hala sorguluyorken önünden geçen bir görevliye şehir merkezine nasıl gideceğini sordu ve görevlinin verdiği cevaba göre ilerledi. Şehir merkezine varınca önüne gelen ilk otele giriş yaptı, valizini göz bile gezdirmediği odasına bıraktı ve kapıyı çekip çıktı. Saatlerce yürüyüp şehri keşfederken ara sokaklardan birinde hayli basit ama bir o kadar da cezbedici bir şekilde dekore edilmiş klasik bir Japon restoranı gördü. Küçük bir mekandı, duvarlarda Uzak Doğu esintileri olan basit resimler vardı, masalar koyu kahve ve siyah arası renkte, tahtadandı. Küçücük sandalyeler kurşun askerler gibi dizilmişti masaların etrafına, garsonlar pembe ve beyaz renklerde kimonolar giymişlerdi. Kapıyı açıp içeriye girince kapıya taktıkları zilin çınlamasını duydu. İçerisi sıcaktı, balık, baharat ve alkol kokuyordu, arka fonda ise Japonca olduğu aşikar olan hafif bir şarkı çalıyordu. Aden, kokular burnuna dolduğu anda açlık hissetti ve saatlerdir hiç bir şey yemediğini hatırladı. İlk saniyelerde burnunu kapatmasına neden olacak ağır koku şimdi iştahını kabartıyordu. Restoranın boydan boya cam olan tarafında boş bir masaya yönlendirildi ağır makyajlı bir garson tarafından. Menüyü inceledi, japon yemeklerini çok bilmese de İngilizce tanımları aracılığıyla, bildiği bir kaç kelime Japonca ve çoğunlukla İngilizce karışımı bir dille bir porsiyon Udon**** ve bir Sake***** sipariş etti. Ayrıldığı andan itibaren ne kadar gezisinin tadını çıkarmaya çalışsa da uçakta yanında oturan adamı düşünmeden edemiyordu. Henüz ismini bile bilmiyordu. İsmini ya da iletişim adresini almadığına 10 yıldır yaşadığı pişmanlığa yakın seviyede pişmandı. Derin bir iç çekti. Masasına konan porselen şişeden ufak porselen bardağa renksiz bir sıvı döktü ve içti. Udon’un sıcaklığı ve Sake’nin rehaveti rahatlamasını sağlamış, kafasındaki duvarları kaldırmıştı. Dün sabah uyanıp da duşa girdiği andan bu yana bir gün değil de bir yıl geçmişti sanki. Saatler içerisinde hayatını nasıl değiştridiğine kendisi bile inanamıyordu. Küçük bardağın içerisindeki sıvı ise yaşadığı her şeyin daha hayalvari görünmesine neden oluyordu. Karşısındaki başka mekanları ve yoldan geçen insanları gösteren camdan dışarı bakarken onu gördü, uçaktaki adamı. Hesap için şehri gezerken Türk Lirasından çevirdiği yenlerden***** bir kaç yüzlük bırakıp hızlıca kapıdan çıktı, koşarak az önce gördüğü adamın arkasından yaklaştı kolunu tuttu ve kendine çekti. Sake’nin etkisiyle pek de sağlam duramadı, adamı çekerken kendi de sallandı. Kafasını kaldırıp da adamın yüzüne baktığı anda hayalkırıklığı tahmin ettiği zehir etkisiyle bütün vücuduna yayıldı. Kolunu sıkıca tutuyor olduğu adamdan eksik Japoncasıyla özür dilerken bacakları artık onu taşımaz oldu ve ellerini gevşettiği anda yere yığıldı. Adam, Aden’in iyi olup olmadığını sordu ama Aden’in cevap verecek hali yoktu, eliyle adama gidebilirsin ben iyiyim dercesine bir işaret yaptı ve sokağın ortasında, gelip geçen insanların arasında bir süre öylece oturdu. Birden midesinden kalbine doğru bir his yükselip gözlerinden yaş şeklinde boşalıverdi. Ayrılalı bir kaç saat olmasına rağmen tanımadığı o adamın bakışlarını, kokusunu ve sesini özlüyordu. Destanlarda, kitaplarda, dizilerde bahsettikleri aşk onu tam da mutlu olacağından emin olduğu anda imkansızlıklarla birlikte gelip yakalamıştı. Zar zor ayağa kalktı, gecenin serin meltemi ve sarhoşluktan mı yoksa acıdan mı olduğunu bilmediği sersemlikle nereye gittiğini umursamadan yürümeye başladı. Bir yandan da kendini toparlayıp buraya gelme amacına odaklanmaya çalışıyordu. Derin bir nefes aldı, kafasını yukarı kaldırdı, yerçekiminin etkisi ile yanaklarından boynuna doğru inen gözyaşlarını elinin tersi ile sildi, ay ışığı altında gözlerini kapattı ve nefesini verdi. Bütün bu duygusallık için Sake’yi suçladı ve kendine gelmek için ayılması gerektiğini düşünüp bulutsuz, çiçek kokan açık havada saatlerce dümdüz yürüdü. Nasıl olsa otele gitse bile uyuyamayacağından emindi. Biraz sonra hava aydınlanmaya, sokaklardaki insanlar ve araçlar çoğalmaya başladı. Yere eğik kafasını kaldırdı ve karşısında salına salına doğan güneşi gördü. O anda bedeni içinden bir ruh geçmişçesine irkildi, tüyleri diken diken oldu. Duşta gördüğü manzarada parlayan güneş tam da bu tonda ve bu güzellikteydi. Ele geçirilmiş gibi güneşe doğru, gözlerinin önünde gördüğü manzarayı oluşturabilmek için, heyecanla yürüdü. Yürürken bir parka girdiğinde kafasından aşağı pembe karlar yağmaya başladı. Parkta kimse yoktu, yürüdüğü patikanın iki tarafı da kocaman ağaçlarla çevriliydi ve ağaçlar ona kutlama yapıyormuşçasına savuruyorlardı pembe taç yapraklarını. Nefes kesici manzara eşliğinde yürürken güneşe tekrar baktı ve yaklaştığını hissetti. Patikadan çıkıp sola döndü ve büyük su birikintisine doğru ilerledi. İşte buydu. Deniz gibi görünen su birikintisi, karşısında kocaman bir dağ, yeni doğuyor olan turuncumsu sarı renkte güneş ve tam o anda boynunu hafifçe yalayıp sol eline düşen Sakura yaprağı. Huzur, aldığı nefesle birlikte en küçük hücresine kadar yayılmıştı. İlerlemek istiyordu, bu manzaranın içine girmek ya da bu manzarayı kendine hapsetmek istiyordu. Sağ elindeki çantayı nereye düştüğünü umursamadan bıraktı ve sol elindeki pembe yaprağı gevşek yumruğu içinde tutarak adım adım ilerlemeye başladı hiç bir koruması olmayan göle doğru. İlerledikçe yüzüne çarpan rüzgar güçleniyor ona daha fazla çiçek savuruyordu. Aden gözlerini kapatıp ıslanan ayakları ve bacaklarına doğru gelen suyun serinliğine kendini bırakacaktı ki bir el onu hızlıca kendine doğru çekti ve yüksek bir sesle: -“Ne yapıyorsun sen?” dedi. Aden, gözünü açmadan önce Japonya’da olduğunu bir kez daha anımsattı kendine, bu Türkçe kelimelerin nerden geldiğine anlam veremeden. Gözlerini açarken tanıdı bu sesi ve karşısında onu görünce gülümsemesine engel olamadı. Şu an önündeki manzaranın tek eksiği oydu ve bu hayal bile olsa umrunda değildi. Bu hayatının en güzel anıydı. Bir süre kımıldamadan birbirlerine baktılar ve adamın bakışları birden değişti, yüzü ciddileşti: -“Adını bilmediğim ama bakışlarına aşık olduğum bayan, bir sevgilin ya da sevdiğin var mı?” -“Sen” dedi Aden belli belirsiz bir sesle bir kaç saniye tereddüt ettikten sonra. Adam, Aden’in kolunu bıraktı ve omuzlarından tutup kendine doğru çekti. Kalpleri birleşmişti. Aden, simdiye kadar ihtiyaç duyduğu şeyin tam olarak bu olduğunun farkında bile değildi adam ona sımsıkı sarılınca. Ellerini geniş sırtında gezdirip bir noktada durdu ve adamın sıcacık göğsüne bastırınca kendini, kimin olduğuna emin olamadığı kalp atışlarını duydu. Huzurlu bir şekilde onun özlediği kokusunu içine çekerken, adam kucağına gömülen zayıf ve kendinden kısa olan kızın kulaklarına götürdü kafasını. Aden bir fısıltı duydu. -“Ben Bera.” Yavaşça kendini çekti ve onun, özlediği gözlerine bakmak için kafasını kaldırdı. Yumuşak ve hafif bir gülüş yerleşmişti son gördüğü zamana kıyasla uzamış olan sakallarının arasına. Gün ışığında hatırladığından da mükemmel görünüyordu. Bera’nın görüntüsü karşısında, Aden, nefes almaktan başka bir şey yapamıyordu ki bunu da yapabildiği pek söylenemezdi. Bera lavanta kokan ellerini kaldırdı ve Aden’in artık bir faaliyeti olmayan kafasını avuçlarının içine aldı. Dudaklarını Aden’in alnına götürdü ve değdirdi. Kafasını çektiğinde az önceki hareketiyle Aden’in hayattan kopmuş olan gözlerine bakmak için eğildi ve sordu: -“Ya sen?” Aden’in beyni yanıyordu, az önce değen dudakların alnında başlattığı yangınla. Yanan boğazından bir ses çıkarabilmeyi umut ederek yutkundu ve: -“A...Aden” dedi kekeleyerek. Bera, Aden’in bu sersemliği karşısında bir kahkaha attı ve o anda Aden bu güzel ses ve gülüş karşısında bacaklarının titrediğini ve sallandığını hissetti. Bera, karşısındaki narin kızın çenesini zarif parmakları ile biraz yukarı kaldırarak dudaklarını Aden’in burun hizasına getirdi ve alnında başlattığı yangını bir de orada başlattı. Eğer biraz daha aşağıya kaymaya devam ederse bunlar Aden’in son anları olabilirdi. Ne nefes alabiliyor ne de ayakta durabiliyordu artık. Aden’in bu hali Bera’nın son hareketinin önüne geçmedi. Çenesini hafif bir açı ile indirdi, boynunda belirgin olan adem elması yukarı aşağı hareket etti ve Bera’nın dudakları Aden’inkiyle buluştu. Aden’in elleri Bera’nın sırtından aşağı doğru kaymıştı. Bera kafasını biraz geriye doğru çekti, yüzünde bir endişe oluştu ve kaşları kırıştı. Sol elini Aden’in şu an sımsıkı yumruk olan sol eline götürdü. Yumruğunu hafifçe gevşetti ve içinde nemlenmiş ve biraz zedelenmiş taç yaprağını gördü. Bera hayal kırıklığı ile içini çekti. Aden, ona ne olduğunu anlamayan gözlerle bakıyordu. Bera sol avcunun içini kızın avuç içine denk gelecek şekilde yerleştirdi. Elleri büyük ama bir o kadar da narindi, Aden’in eline kıyasla. Sağ elini Aden’in boynunun sağ tarafına götürdü, yakınlaşmak için boynuna hafif bir baskı uygularken kendi kafasını da ona yaklaştırdı ve dudakları bir kere daha buluştu. Aden kulaklarında garip bir çınlama ve kesik kesik sinyal sesleri duydu. Şu an içinde bulunduğu anın etkisi olduğunu düşündü. Gözlerini kapatıp Bera’nın nefesini hissetmeye çalışırken bir anda bembeyaz bir ışık ve alkol kokusu aldı. Nefes aldı, neler olduğuna anlam veremiyordu. Bera’nın kendine seslendiğini duyuyordu ama gözünü dahi kırpamıyordu. Kalbine ani bir acı saplandı ve vücudu bir akıma kapılmış gibi çırpınmaya başladı. Yere yığıldı. Kulaklarındaki kesik çınlamalar yerini kesintisiz bir bip sesine bıraktı. Kusacak gibi hissediyordu ama nefes dahi alamıyordu. Bera’nın görüntüsü siliniyordu gözlerinin önünden, yerini gözlerini acıtan beyaz bir ışık dolduruyordu. Ellerini uzatmaya Bera’yı tutmaya ve bağırmaya çalıştı ama her çabasında kalbi ve vücudu daha çok acıdı. Uzaktan ince bir kadın sesi duydu: -“Onu kaybediyoruz!” Etrafına baktı, sesin kimden geldiğini anlamaya çalıştı ama bulunduğu yerde yapayalnızdı ve bir tane yaprak bile düşmüyordu artık kutlamanın son bulduğunu gösterir gibi. Gözleri doldu ve damlalar düşmeye başladı. Vücudundaki hiç bir hücre kendine itaat etmiyorken bile ağlayabilmeyi nasıl becerdiğini bilmiyordu. Kalbindeki acı tekrar geldi. Derin bir inleme ile gözlerini kapattı ve açtığında beyaz ışıktan başka bir şey görmüyordu. Kafasını çevirmek ya da gözlerini kapatmak istedi ama yapamadı. Üşüyordu. Birden bire kışın ortasında çıplak kalmış gibi üşümeye başladı. Özellikle de ayakları. Az önce suya girip ıslandıkları için olmalıydı. Sesler, konuşmalar duyuyordu ama hiç bir anlam veremiyordu. Bir el göğüs kafesine nefret edermişcesine bastırıyordu. Canı yanıyordu ama çığlık atamıyordu Aden. Kesik kesik gelen sinyal sesleri yine başlamıştı. Nefes almaya çalışırken bir gölge, gözlerini alan ışığı kapattı. Belli belirsiz karanlık silüet zamanla netleşti. Yeşil bir bandananın altına gizlenmiş saçlar ve gözlerine kadar beyaz kumaşla kapatılmış bir yüzdü bu. Bir kaç kez gözünü kırptı görüntünün netleşmesi için. Görüntü netleştikçe daha tanıdık hale geliyordu ve sonunda karşısındaki yüzün gözlerine baktığında sıcacık kahverengi tonlarından tanıdı onu. Bera. Adını söyleyecek oldu, ağzını açtı ama ses çıkmadı. İçinde bulunduğu bu çaresizliğe ağız dolusu küfür etmek istiyordu. Bera, sol elini Aden’in yatıyor olduğunu düşündüğü yatağın yanına koydu sağ eli ile onu bunaltan, konuşmasına ve hareket etmesine engel olan ağzındaki, lastikle kafasına sabitlenmiş, şeffaf şeyi kaldırdı. Aden sonunda gülümseyebildi. Kırışan göz kenarları, gözlerinde biriken damlaların düşmesine yardımcı oldu. Neler olduğunu sormaya ve Bera’dan ona tekrar sarılmasını istemeye çalıştı ama bunun için hiç enerjisi yoktu. Uyumak istiyordu. Tıpkı uçaktaki gibi, Bera’nın sayesinde sanırım, uykusunun gelmesine engel olamıyordu. Bera onu bütün dertlerinden arındırıyordu. Direnmeye çalıştı ama uyumasının onu da mutlu ettiğini hatırlayarak gözlerini kapattı. Sağ gözünden hızlıca bir damla aşağı doğru süzüldü ve dudaklarının arasından belli belirsiz bir inilti çıktı. Sinyal sesleri sürekli hale geldi ve bir süre sonra tamamen sustu. Aden’in yanındaki maskeli adam yüzündeki beyaz kumaşı şiddetli bir şekilde çekerek Aden’in yatak sandığı demir masaya tekmeyle vurdu ve yere çöktü. Yanında çalışan doktor, kızın ölüm saatini ilan ederken adam çoktan gözyaşlarına boğulmuştu. Aden’in ruhuydu belki daha sonra her şeyin farkına varan uzaklaşmadan önce bu diyardan. O gece sırf uyuyabilmek için bir kaç tane fazladan içmişti uyku ilaçlarını ve vücudunda oluşturdukları tepkimeler sonucu huzuru arayıp nihayetinde bulduğu koma sürecine girmişti. Aylarca yattığı yoğun bakımda onunla ilgilenen doktordu Bera’nın gözlerine sahip olan, lavanta kokan elleri ile ona dokunan ve her gün mutlaka gelip melodik sesini duymasına izin veren. Mutluluk da huzur da onu tam da vedalaşacağı anda bulmuştu ve o anlarda aşk ile çarpmıştı kalbi. Kayan bir yıldızdı Aden artık, ölüme en yakın anıydı çünkü en tutkulu, en sıcak ve en acılı anları. _avsar_ * Japonca bir kelime olan Sakura’nın Türkçesi “Kiraz Çiçeği” anlamındadır. Sakura, meyve vermeyen bir tür “Kiraz Ağacı”dır. **Kim Sung Kyu – True Love (10 Stories Album) ***uyuyamama hastalığıdır. Uykuya dalamama ya da gece boyunca sürekli uyuyamama sorunlarını barındırır. Hastalar genel olarak, gözlerini birkaç dakikadan fazla kapalı tutamamaktan ya da yatakta bir o yana bir bu yana dönerek uyuyamamaktan yakınırlar. *Japon mutfağında kalın buğday unundan yapılan, sıcak et suyunda servis edilen bir eriştedir. **Japonların pirinç ve tahıl tozundan yapılan ulusal içkisidir. Rakı ve tatlı şaraba da benzetilmektedir. *** Japonya para birimi
0 Comments
Leave a Reply. |
AuthorSadece bir yerlerde var olmak isteyen bir yazar... Archives
October 2020
Categories |